6 Aralık 2015 Pazar

Yetersizlik

Raising Hope izlemeye başladım. Tamam bir baş yapıt değil ama bana kendimi iyi hissettiriyor. Biraz abartayım mı, bu aralar çok abartıyorum zaten, bunu da abartsam sıkıntı olmaz bence. Hani hayatımıza giren herşeyin bir sebebi vardır derler ya, ben okuduğumuz kitapların, filmlerin dizilerin falan filan hepsinin izlememiz gerektiği zamanda izlediğimizi düşünüyorum. (biraz fazla mı abarttım.) Bu dizinin de benim için öyle olduğunu düşünüyorum. İyi geliyor, düzeltiyor, şu son bir aylık kabusu dindiriyor. Son izlediğim bölümü 1 haftadır tutuyordum. Bugün izledim ve Sabrina'nın yaptığını yapıyorum ben de. Kendimi güvende hissetmediğim için, kendime güvenmediğim için insanlar beni yargılamadan ben onları yargılamaya başlıyorum. Kendimi yetersiz gördüğüm için, yarışmaya girersem kaybedeceğimi bildiğim için yarışa girmeden onlara saldırıyorum.
Neden birinin benden daha iyi olması beni bu kadar delirtiyor. Halbuki herkes birşeylerde birinden üstün, birşeyler de kötüdür. Belki sözlü iletişimde onlar benden daha iyi olabilir ama ben de yazılı iletişimde daha iyi olabilirim. Herkesin iyi olduğu ve kötü olduğu konular olabilir. Herkes birşeyler de birilerinden daha iyidir. Ama hayatını kendini tanıştığın herkesle kıyaslayarak geçirirsen delirirsin.

Geçen hafta bana sizin on taneniz bir o etmez... dediğinde gerisini duymadım. Nasıl bir sinir krizine girdiğimi anlatamam, ömrümde ilk sayılabilir. Zaten sebepsiz rekabet içine girdiğim, ve itiraf edeyim kıskandığım, bir insan için yüzüme böyle söylenmesi... Ama devamı vardı. 'bu konuda'. "Sizin on taneniz bir o etmez bu konuda. Dinliyor musun, dinlemiyorsun beni, dinler misin beni, o sizden daha üstün demiyorum. Ama içerdeki yüz tanesi de sen etmez senin yaptığın işte. Dinlemiyorsun beni!" Yok dinlemiyorum. Dinlemedim. Bunların hiç birini duymadım. Sadece sinir krizi. Tek duyduğum ve bir haftadır kulaklarımda çınlayan "on tanen bir o etmez, değersizsin, değersizsin, değersizsin..." Diziyi izlerken şimdi o anı tekrar yaşadım ve farkettim.

Hayat bana çok zor. Dizilerden falan yaşamı öğreniyorum. Hiç ihtiyacım yokken, yeni bir duyguyla tanıştım, bir de kıskançlık krizlerim çıktı. Acaba şimdi gerçekten artık kendimi yetersiz görmeye mi başladım, önceden herşeyi yapabilirim hayalleri yaşarken?

22 Kasım 2015 Pazar

Yok

Bir hayalim vardı.

Kendime baktığımda yanlış giden birşeyler olduğunu hissediyorum, birşeylerin kaybolduğunu görebiliyorum. Orada değil artık. Elimden birşey gelmiyor, yaşamaya devam ediyorum. Yapacak birşey yok, nefes alıp vermeye devam ediyorum. Kendime baktığımda onun orada olmadığını,  kaybolduğunu biliyorum. Bana benzeyen birini gördüğüm doğru. Ama gördüğüm ben değilim, görünen bir yalandan ibaret. Rol yapan bir yabancıdan başkası değil, görünen hiçbir şey gerçek değil. İçi boşaltılmış rol yapan bir kukladan başkası değil. Amacı, hayalleri, umudu, inançları, tutundukları, inandığı herşey... kaybolup gitmiş boş bir kutu, hücre yığını, lanet olası koca bir kütle.

Herşeyim var halbuki. Mutsuz olmaya hakkım olmayacak kadar herşeyim var. Acı çekmeye iznim yok. İsteyebileceğimden fazlasına sahibim. Mutsuzluğum da kendimi suçlamam için bir başka sebep. Herşeye sahibim. Bunca yılı çıkarmama sebep tek şey hariç, bir şey eksik.

Bu kadar acımasız olmamalıydı. Kabullenmiştim mutsuzluğumu, tek bir şeye dayanmış yaşayıp gidiyordum mutsuzluğumla beslenen mutluluğumla. Elimde şimdi sahip olduklarımın çoğu olmadan...Ama gene de o henüz tamamen kaybolmamıştı. Çekip giderken yerini büyük bir güvensizliğe, aldatmacaya, korkuya bırakmamıştı. Ona dayanıp, onunla yaşayıp gidiyordum.

Bu bana olmamalıydı. Onu kaybetmemeliydim, kaybedemezdim. Onun boşluğunu doldurmaya çalıştığın şeye bak. Bu bana olmamalıydı. O gittiğinde ben de gitmeliydim! Bu arkada kalan döküntü ben değilim. Artık ben değilim. Durmadan rol yapan bu kalıntı ben değilim. Döktüğü gözyaşlarının hiçbir değeri yok, çektiği acının saygı duyulacak hiçbir yanı yok. Gözlerinin içine bakıyorum, boş bir kabuktan başka bir şey yok. O gözlerde gördüğüm artık ben değilim.

Elimden bir şey gelmiyor, sürdürmeye devam ediyorum.

Artık ne için savaştığımı bilmiyorum.
Artık gitmem gerek.

Artık yok.

gotta leave...

It's not me. It's just a dream, it's only fake.

Still if I've changed, everything would be the same. Don't know what I am fighting for.

Just gotta leave.

14 Kasım 2015 Cumartesi

ne çok insan var!

Masam benim en dip köşede. O kadar dip de köşedeki ölsem burada ne kokuyor diye aylarca dolaşır da anlamazlar. Güneş batana kadar tepemde. Ama artık saatlerde geri alındı. Güneş hala batana kadar tepemde, güneş sadece daha erken batıyor. Işıkları erkenden yakıyoruz. Ben saklanmaya çalıştıkça her yerden ışık geliyor. Ben saklanmaya çalıştıkça her yerden insan çıkıyor. Bir dakika sessiz kalsam dört bir yanımdan kafalar çıkıyor. O kadar çok insan var ki, o kadar çoklar ki... Artık ışıkları da erkenden yakıyoruz. Kimsenin olmadığı karanlık tek bir nokta var; masanın altı. Çocukken de saklanırdım ben, somyanın altına, taa ki sığamayacak boyuta gelene kadar. O zaman da ne çok insan vardı.

Tanrım, gene ne çok insan var. Gene saklanmak istiyorum. O masanın altında dizlerimi çeneme çekip otursam saatlerce...Neden bu kadar çok insan var? Neden bu kadar çok soru soruyorlar? Neden sürekli benden birşeyler yapmam bekleniyor?

Görmüyorlar mı? Halbuki ne kadar da çok ışık var. Tanrım neden heryer bu kadar aydınlık? Tüm bu ışığa rağmen görmüyorlar mı; benim hiçbir gücüm yok! Ben yapamam! Ben bilmiyorum! Cevaplar yok bende! Yetenek yok bende! Görmüyor musunuz? Rol yapıyorum sadece. Sırf siz başımdan gidin diye hiçbir dayanağı olmayan cevaplar uyduruyorum. Düşündüğünüz gibi normal değilim ben. Söylediğiniz hiçbir şeyi bilmiyor ve dahası umursamıyorum. Sizden korkuyorum. Korkuyorum ve  rol yapıyorum görmüyor musunuz?

O kadar da ışık var halbuki, nasıl inanıyorsunuz hala?

Bilmiyorum. Yapamıyorum. Çözemiyorum. Bulamıyorum. Gidemiyorum.Kalamıyorum.

!

8 Kasım 2015 Pazar

Fuchsia - oh, how I hate people!

Hiç bir karakter senin kadar etkilemedi. Düşündüğüm herşey, hissettiğim herşey, içimde yaşattığım herşey, kimseye bahsedemediklerim.. sanki senin kılığında bir kitabın sayfasına saklanmışlardı. Alt bilinç mi, aslında olan ben mi, ne dersen de. İlk elime aldığımda simsiyah saçlarınla huysuz, asabi, garip, tabi onlara göre garip, hayallerine tutunmuş ürkek bir çocuktun. Ne yalan söyleyeyim çekilecek dert değildin. Ama öğrettiler sana da zamanla kurallarını. Öğrendin ama vazgeçmedin.

"When I am Queen, I am going to burn down the castle!"

Yağmurun ıslattığını, güneşin yaktığını... tüm kurallarını, tüm sınırlarını. Öğrendin. Özgürlüğünü elinden almalarına ikna ettiler. Gerçi hiçbir zaman özgür değildin, ama hayallerinden kurduğun özgürlük sanrısını aldılar işte. Sana sadece sessiz bir huysuzluk kaldı, kimseye göstermediğin, artık sadece kendin uğraştığın bir huysuzluk.

Sayfalar arasında sana rastlamak adına binlerce sayfa okudum. Sırf o binlerce sayfada seni bulabilmek için, senin hikayeni duymak adına. Ama biliyorum bu asla senin hikayen olmadı. Sen sadece yan karakterdin, sen başkaları için oradaydın. Umrumda değildin diğerlerinin ama ne farkeder benim tek umursadığım sendin. Senin yüzünden ilk defa bir kitabı fırlatıp attım. Daha mı duygusal, asabi ve kontrolsüz oluyorum yıllar geçtikçe. Benim huysuzluğumda giderek asabiyete mi dönüşüyor? Bilmiyorum. Daha önce de okurken ağladığım olduğu, sinirlendiğim. Ama böyle değil. Böylesine bir öfke. Nasıl demeli, sanki sevdiğim elimden hiç beklemediğim bir anda alınmış gibi...Gene olmadı. Sen de üstüme bir yük olarak kaldın, beynimin bir köşesinde tamamlamam gereken bir ödev olarak. Seni bozmadan nasıl becereceksem artık. Senin yerine o kaleyi ben nasıl yerle bir edeceksem artık!

What shall I do? I can't dream forever.

75 

Fuchsia giderek artan melankolisi ile mücadele etmiyor değildi. Ama üstüne giderek daha yoğun çöken karanlık ruh halleriyle artık baş edemez hale gelmişti. 
O duygusal, sevgi dolu, ruh hali ansızın değişebilen çocuğun mutlu bir kadına dönüşme olasılığı düşüktü. Neşeli bir yapısı olsa bile başına gelenler bağrındaki parlak kuşları birer birer kovardı herhalde. Ama Fuchsia zaten oldukça sıkıntılı biriydi. Derin mutluluklar yaşayabilirdi ama ışıktan çok karanlığa çekiliyordu. Bu yüzden sanki cezalandırmak için özellikle onu seçmiş olan zalim olayların rüzgarlarına karşı iyice savunmasızdı. 
Sevilme ihtiyacı asla tatmin edilmemişti. Başkalarına duyduğu sevgi asla fark edilmemiş ya da istenmemişti. Tozlu bir meyve bahçesi gibi zengin olmasına karşın asla keşfedilmemişti. Yeşil dallarını uzatmıştı, ama hiçbir başıboş gezgin gelip onların gölgelerinde dinlenmiyor ya da tatlı meyvelerini yemiyordu.
Sürekli geçmişi anımsayan Fuchsia orada sadece, sahip olduğu ünvana karşın şatonun gözünde amaçsız, uyumsuz, talihsiz ve yalnız bir çocuktan başka bir şey olmayan bahtı kara bir kızın hayatını görüyordu. ...
Geriye doktor Prune kalıyordu. Ama doktorun sel baskınından beri başını kaşıyacak vakti yoktu, bu yüzden Fuchsia onu görememişti. Gerçek dostlarının sonuncusunu görme arzusu geçirdiği her karanlık bunalımla birlikte daha azalıyordu. Doktor'un tavsiyesine en çok ihtiyaç duyduğu bu zamanda (ki Doktor yardımına koşmak için dünyadaki bütün yaralılara boş verirdi. ) içine kapanıyor, hayattaki başarısızlığı ve kadınlığının verdiği sıkıntı onu hasta ediyordu. 
....
Böylesine korkunç bir düşüncenin karanlık sebebi neydi anlamak güç. Sevgi görmeyişi; bir babadan ve gerçek bir anneden yoksun oluşu muydu? Yalnızlığıydı. ...yaşadığı korkunç hayal kırıklığıydı. Bir katil tarafından okşanmış olmanın dehşetiydi. Unvanı dışındaki tüm açılardan değersiz olduğunu giderek daha fazla hissetmesiydi. Nedenler çok sayıdaydı ve bunlardan bir tanesi bile Fuchsia'dan daha dayanıklı kişilerin iradesini kırmaya yeterdi. 
...
Bildiği tek şey kendisini zayıf hissettiğiydi. Bütün bunları trajik bir kitapta okumamıştı, bütün olanlar gerçekti... Bunların hepsi gerçekti. Masal değildi. Ama yine de rol yapabilirdi. 

-----------

1 Kasım 2015 Pazar

Yıl oldu 2016, yaş oldu 28.5, ben hala zayıflayıp bunları giyeceğim...